Dünde kaldı derslerimiz. Dünden bugüne pişmanlıklarımız, “keşke”lerimiz, “iyi ki”lerimiz kaldı. Filmin koptuğu anlar. Hiç göremediğimiz sessiz ve siyah sahneler. Ama olmalı! Bu kopuklukta bir yaşanmışlık olmalı. Eğer ömür bir zincirse kuşkusuz ilk halkası doğum, varabileceği son halkası da ölüm olmalı. Maziye dair bir halka koparsa eğer, bu doğumu kaybetmektir ki; böyle bir kayıp mümkün değildir. Ölmek için önce doğmak lazımdı. Olmalı! O sessiz siyahlıkta bir yaşanmışlık olmalı. Kayıt dışı bir yaşam… bizi yaşama bağlayan bir halka olmalı!
Gelen geldi, giden göçtü. Yaşananlar iyisiyle, kötüsüyle geçti. Ah! Ne güzel günlerdi onlar. Kuş yuvası yapardık hani. Hiçbir kuşun yuva bellemediği. Belki de hayallerimize kanat çırpmaktı bir nevi. Ne güzeldi hayal kurmak. Çocuk olmak ve çocuk yaşamak. Lakin öğrendik öldürmeyi ve ölmeyi. Büyüdükçe ölüyorduk, öldüğümüz kadar da büyüdük. Hangi hayal kaçakçısının ürünüydü elimizdeki tahta fişekli silahlar. Öldürmeye kurulan planlar, pusular, savaş… Taraf olacak kadar büyümüştük. Haklıyı değil, güçlüyü seçmiştik. Yani kirlenmiştik. Ne kederliydi o günler. Keder nedir bilmeden. Ne acıydı babamın öldüğü o gün ve ne tuhaf bir duygudur kalbini paylaşan o adamın yitimi. Ömründen kazınan zaman. Bir çarşaf… ayak ucu… ağıt… toprak… mezar taşı ve göz yaşı…
Murat Hanay / 17.10.2012