dedi Yusuf;
“Bir an daha yok”
ve an gitti…
an’la birlikte bin ömür gitti…
sustu Yusuf…
suskunluğunda bir an’la bin ömür daha gitti…
konuşmalığında, suskunluğunda ve çığlıklarında…
yüz binlerce ömür yitip gitti…
dondu Yusuf;
donmuşluğunda…
buz gibi iki damla süzüldü gözlerinden…
bir “an” daha akıp gitti yanaklarından…
susamadı gayrı…
konuşamadı da…
gözyaşları akarken an ve an…
dudaklarına ulaştığında kristal hüzün…
bir sözcük boşaldı yüreğinden kopan…
dedi Yusuf;
“keşke”
bir büyük pişmanlığı yüzüne vuran…
yüreğini dağlayan…
sığmadı acısı Yusuf’un yüreğine…
Yusuf sığmadı yeryüzüne,
sığdıramadı ne acısını, ne de kendini bir yere…
yandıkça…
yandığından, yandığı yerden kaçtı…
nereye kaçtıysa Yusuf,
oraya yangını bulaştı…
Yusuf nereye kaçtıysa,
yine yangınına vardı…
nereye döndüyse yüzünü,
orada gördü hüznünü…
durdu Yusuf…
adımlarına alev bulaşmış adam.
sıcak nefesi, gözleri ateşten, yüreğinde yangını…
nereye dokunsa yangın,
nereye baksa ateşler içinde…
hem kavrulan, hem kavuran adam…
sezdi Yusuf…
vazgeçti.
kendi kafasından öteye varamadıktan,
kendi kemiğini aşamadıktan sonra…
nereye kaçsa,
kaçtığına varacaktı…
bu çıkmaz…
dayanılmaz çaresizlik.
dedi Yusuf;
“bitti”
Murat Hanay / 17.04.2011