Avlusu tomurcuklanmış sapsarı güllerle bezeli büyükçe bir ev. Avlunun ortasında dünyanın en serin suyuna gebe bir kuyu… Güz sonu, gökte dolunay, sırlı bir gece… Karanlıktan dem alan birkaç hayvan geziniyordu ortalıkta; baykuş, yarasa, kurt, kimi ötmekte, kimi ulumada… Bir süre sonra geniş omuzlu, nazik bakışlı, ela gözleri derinlerde, orta yaşlı bir adam çıktı evden. Yüzünde koyu bir gölge, gözlerinde emsalsiz bir keder…
“Şems, Şems, neredesin?” diye seslendi sağa sola.
Deli bir rüzgar esti, ay bulutlarla tüllendi, sanki tabiat bile çekinmekteydi olacaklara şahitlik etmekten. Baykuşlar ötmez, yarasalar kanat çırpmaz, ocağın ateşi çatırdamaz oldu. Tüm dünyaya mutlak sessizlik, durgunluk çöktü.
Adam ağır ağır yaklaştı kuyuya, eğildi baktı tâ dibine. “Şems, cancağızım” dedi fısıltıyla. “Orada mısın yoksa?”
Yanıt vermek için ağzımı açtım ama dudaklarımdan tek bir ses çıkamadı.
Adam daha da eğildi ve dikkatli gözlerle taradı kuyunun dibini. İlk başta karanlık sulardan başka bir şey göremedi. Sonra birden aşağıda, bir fırtına sonrasında ummanla sallanan, sallandıkça ummanı dalgalandıran bir sal misali avare avare suyun yüzeyinde gezinen elimi seçti. Ardından, yukarı bakan bir çift gözü fark etti. Kalın kara bulutların ardından peyda olan dolunaya bakıyordu gözler, gözlerim, tâ kuyunun dibinden.
Aya bakıyordum atıldığım yerden, katlimin hesabını semaya sorarcasına.
Adam dizlerinin üstüne düştü, göğsünü döve döve başladı feryada: “Öldürdüler! Şems’i katlettiler!”
İşte o an bir çalılığın dibinden sürünerek geldi bir gölge vahşi bir kedi gibi zarafetle ve sinsice, süratle bahçe duvarını aştı. Avludaki adam katili fark etmedi. Çektiği ıstırabın altında ezildikçe haykırıyor; haykırdıkça sır tutmamış bir ayna misali çatlıyor, kırılıyordu inceden. Feryadı keskin cam kırıkları gibi dört bir yana dağılıp delik deşik ediyordu geceyi.
Elif Şafak / Aşk – Doğan Kitap